Doğa koruma kavramının varoluşuna dair epeydir düşünüyorum.
Koruma eyleminin olabilmesi için ilk önce tehlikeli bir durumun oluşması gerekli ise, o tehlikeli durumun ne olduğu, nasıl oluştuğu ve kim ya da kimler tarafından oluşturulduğu üzerine düşünceler akıp gidiyor.
Aklı, fikri ve vicdanı olan bir insanın bir ağacı kolayca ve içi sızlamadan kesebilmesi, bir karıncayı ezip geçebilmesi, çöplerini öylece doğaya atabilmesi, bir nehre atık sularını umarsızca boşaltabilmesinin elbette ki nedenleri olmalı. İnsanlığın kurduğu sistem ile doğrudan ilişkili olsa da cevapları sosyal psikoloji biliminde aranabilecek bir konu.
Acaba en başından beri insanlık, içindeki acımasızlığa yenik düşüyor muydu? Bilgiye eriştikçe doğaya verdiği zarar artmış mıydı?
Öyle olsa bile doğa insanlığın varolduğu binlerce yıl çok iyi mücadele etmişti. Ta ki endüstriyelleşme ile insanların eline büyük araçlar geçene kadar...
Şüphesiz son 250 yıla kadar doğa kendini yenileyebilme yeteneği sayesinde korumaya muhtaç değildi. Öyle bir kavramın oluşmasına da ihtiyaç yoktu. Oysa şimdi öyle bir saldırı altında ki kendini yenilemesine fırsat tanınmıyor. Dünyanın çeşitli bölgelerinde doğa geri dönüşü olmayacak tahribatlarla karşı karşıya kalmış durumda.
Bir de bu davranışların tam karşısında yer alan bir taraf var. Belki bu gezegenden başka gidecek yeri olmadığından belki saygı duyduğundan belki de sevdiğinden koruma eylemini gerçekleştiriyor.
Ben koruma ve savunma refleksi ile hareket ettiğim için o pencereden daha iyi bakabiliyorum.
Neyi korumayı çalışıyorum? Öncelikle varoluş nedenim olan gezegeni ve içindeki tüm canlıları, denizlerini, bulutlarını, mevsimlerini, ormanlarını, gündüzlerini, gecelerini, renklerini ve seslerini çok seviyorum.
Kendi türüm ve diğer türlerin aynı yaşam haklarına sahip olduğunu düşünüyor ve hepsine saygı göstermeye çabalıyorum. Yaşamda çok sesliliği savunuyorum ve inanıyorum ki dünya ancak böyle bir aradayken güzel olacak.
Çok şükür ki bu refleks ile hareket eden milyonlarca insan var. Bunun için aktivizm yapıyorlar, şiir okuyorlar, bilimsel araştırma yapıyorlar, kitap yazıyorlar, film yapıyorlar, gazete çıkarıyorlar, eğitimler ve paneller gerçekleştiriyorlar bazen. Hatta bazen canları pahasına savunuyorlar. Elinden ne geliyorsa katkı koymaya çalışan, doğadan yana tavır alan bir taraf...
Tam da bu koruma, savunma kavramlarını düşündüğüm bir dönemde aktivizm örneği olarak gördüğüm 'Zeytin candır, yaşamdır. Asla yalnız değildir.' paneline katıldım ve zeytini savunma refleksiyle çektiğimiz belgesel ile yer aldım.
Benzer koruma ve savunma refleksiyle üreten; Mardin Derik'te zeytin varlığının arttırılmasına yönelik çalışan bir ziraat mühendisi, İzmir Yarımadası' nda zeytinyağı müzesi kuran bir doktor, zeytinin hayatımızdaki önemini anlatan bir sosyolog ve çevre davalarında savunuculuk yapan bir avukat kendi disiplinlerinden zeytinin önemini anlattılar.
Bizi yerel tohum ve güvenilir gıda grubuyla sürdürülebilir bir yaşam için çalışan bir doğaseverin fikri ve organizasyonu bir araya getirdi.
Bir yanda doğa savunucuları bir yanda doğayla savaşanlar...
Onu var edene besleyene, büyütene kısacası yaşatana karşı savaşmak, kendinle savaşmak gibi. İçindeki bir kanser hücresi gibi. O da kendi bağışıklık sistemine savaş açmıyor mu?
Her savaşın sonu barıştır, sevgili insanlık ben bu umutla yaşıyorum!